24 Ocak 2010

FISILTI

Fısıltı

Kaç gün geçmişti, kaç gece, uykusunda ve uyanık zamanlarında aklı hep
ordaydı. Kaç tekne tüketmişti, kaç kitre eritmişti. Kaç renk boya
bitmişti de; istediği gülü yapamamıştı. Çok zaman bunalmış usanmış terk
etmek düşüncesine kapılmıştı. Kitrenin dili olsada anlatsaydı yaşadıklarını,
tekne tutabilseydi aklındakileri, ebru; ebru olmaktan çıkar bir avuç ateş
olurdu. Görenlerin yüreğini, dokunanların ellerini yakardı...
Cama yağmur vuruyordu
Camda çizgiler çiziyordu
Bir şeyler anlatmak çabasındaydı belki...
Belki de fısıldıyordu ama anlayamıyordu, çünkü sus dili bilmezdi. Bildiği
bir şey vardı; her damla bir umuttu, her damla bir diriliş.
Hergün bu umutla geliyordu teknenin başına kendine hep aynı cümleyi
söylüyordu. "Bugün olacak". Bu defa yağmur söylüyordu aynı şeyi. Yeni bir
fırça yapmalıyım dedi. Gül dallarını aldı eline. İçlerinden en narin, en
sade, en düzgün olanını seçti. Eline çakısını aldı. Bir yandan
düzeltiyor, bir yandan da bir ilahi mırıldanıyordu:
Göçtü kervan kaldık dağlar başında..
Teknenin başından her kalkışında bir hüzün çöker, içini kanatan bir
acı hisseder ve bu ilahiyi mırıldanırdı. Göçtü kervan kaldık dağlar başında.
At kıllarını topladı sonra, gül dalının etrafında halka yaptı. Bir eline
misinayı aldı bir elinde bıçağı. Sardı misinayı gül dalının etrafına.
At kıllarını kuşattı. Gül dalıyla kaynaştırdı. En son hareketi de yaptı ve
bıçakla kılların fazlalıklarını aldı. Sağ eline aldı sonra, şöyle bir
salladı, öteki parmağını destek verdi. Sonra elini rahatsız eden
çıkıntıları hissetti. Tekrar eline bıçağı aldı bir iki daha yonttu gül
dalını. Bir iki üç derken; kayan bıçak karşısında bekleyen parmağına
oturuverdi.
İnce bir acı hissetti önce, sonra bir kan yürüdü parmaktan. Öylece
bakakaldı. Acı hissi geldi yerleşti içine. Ve acıdan tad aldı ilk defa.
Özlemişim dedi acı duymayı, acının tadını özlemişim. Biraz aktı kan.
Süzüldü gül dalının yaralı yerine doğru. Karşıtı gül dalına. Gül dalıyla kan
kardeş oldular. Gül dalı kırmızıya boyandı, gül rengine. İçinde taşıyıp ta
gülden başkasıyla paylaşmadığı renge. Biraz daha aktı kan. Biraz daha
seyretti.Sonra bir bez parçasını bastırdı akan kana. Sonra sardı kanayan
parmağı. Sanki içinde bir şeyler akıp gitmişti, yenilenmişti bazı şeyler,
garip bir hafifleme hissi geldi oturdu içine. ..
Derin bir nefes çekti içine; ötelerden, dağlardan, çiçeklerden gelen bir
nefes. Eline fırçayı aldı, teknenin başına geçti. Teknenin üzerindeki kağıdı
sıyırdı aldı. "Bismillah" dedi ve spatula ile karıştırmaya başladı
kitreyi. Geldi gitti, geldi gitti ve kıvamına geldiğini düşününce durdu.
Biraz dinlendi. Önünde duran cam kavanozlardaki boyalardan bir renk aldı.
Sağdan başlayarak attı suyun yüzüne. Fırtına başlamıştı işte. Her zaman
olduğu gibi kapılar açılmış başka alemlere göç başlamıştı. At kişnemeleri,
çıngırak sesi geliyordu uzaklardan, bir kervan hafif hafif yol alıyordu.
İkinci rengide attı, birinci rengi ürkütmeden, birbirlerine olan sadakatini
denercesine, birinci renk hafifce yana çekildi ikinciye yer verdi. Yeri
daralmıştı ama kendisi için istediğini başkası içinde isteyerek ve seve seve
yer vermişti ikinci renge. Sonra üçüncü renk. Uysal ağırbaşlı, bir gidişle
renk cümbüşüne dönmüş bir şah eserin doğuşunu fedakarlıklarıyla
süslemişlerdi renkler...
Fırtına devam ediyordu. Eline orta kalınlıktaki bizi aldı. Yeşil renk
damlattı üç noktaya. Önce dalları sonra yaprakları işleri. İyice
ustalaşmıştı bu işte, dallarda ve yapraklarda sorun olmuyordu ama gülün
goncası da bir türlü olmuyordu. Dallar, yapraklar derken gülün
goncasına gelmişti sıra. Gerildi, hislendi, heyecanlandı, titredi irkildi.
Toparladı kendini, çeki düzen verdi duruşuna. Sonra başka bir biz aldı
kutudan, sonra kırmızı renge uzandı, gül rengine. Önce karıştırdı, sonra
aldı bir damla kadar ve dalın bittiği yere yakın gelecek şekilde damlattı
kırmızıyı. Bu defa kırmızı başka duruyordu. Başka bir kırmızı gibi. Sonra
fark ettiki parmağından süzülen kan karışmıştı kırmızıya, gül dalına temas
eden kan. Parmağından süzülüp kavanozdan aldığı renkle birleşmiş ve kitreyle
buluşmuştu. Eğildi baktı suya, suda kırmızıya, her şey bir başka
duruyordu...
Kanatlı bir kapı açıldı, kapıdan bir ışık yayıldı. Öteler çağırıyordu
kendini, gel diyordu "gel", geç her şeyden gel. Gelemem dedi,
bırakmıyor dünya beni. "Gel" dedi tekrar o davudi ses gel.
Gönlü git diyordu nefsi kal. Pazarlık başlamıştı. Nefsi verebileceğin
en kıymetli şeyini ver ve burada kal. Ve en kıymetli şeyini de
fısıldıyordu kulağına.
Eğildi kapıdan içeriye, bir sırrımı versem ertelermisin kavuşmayı.
Cevap gelmemişti karşıdan. Nefsi ver sırrını kurtul diyordu, ver ve kurtul.
Sırrın sırrımızdır, sesini duydu karmaşanın içerisinden. Rahatladı sevindi
huzurla doldu içi, hem gitmeyecek, hem de sırrı ifşa edilmemiş olacaktı.
Eğildi kapıya, boyun büktü girdi içeriye, sırrını fısıldadı içeriye ve
tekrar boyun kırdı, mahcup bir eda ile geri çekildi. Kapıdan çıkarken "Aşk"
diye inledi.
İnledi su, suda kitre
İnledi, yağmur
İnledi gül dalı
İnledi dallar ve yapraklar.
Hepsi bir ağızdan "Aşk" dedi inledi.
Bir bunu duymuştu etraftakiler, bir bu fısıltı ifşa olmuştu. Kapı büyük biri
gürültüyle kapandı, kırmızıdan bir renk kapladı kapının kapanan yüzünü. Gül
kırmızısı, kan kırmızısı bir renk. Toparlandı, ince uzun
yapraklar gibi bir hal aldı. Sonra bir kısmı yanlara açıldı. Sonra
siyahlar girdi araya, nefsin vesveseleriydi bunlar. Gölgelik ettiler gül
yapraklarına. Yaprak yaprak oldu, dal dal açıldı. Gül kokusu sardı her
yanı. Gül kokuyordu heryan. Kitre içindekini dışa vurmuş, dayanamamıştı o
son kelimeye. Gelmiş gelecek, olmuş olacak, yapılmış yapılacak en güzel gül
ebrusu çıkmıştı ortaya. Bir sır verilmişti bir fısıltı kalmıştı geriye.
Ve geriye bir gül ebrusu. Birde göklerde yankılanan bir fısıltı kaldı...

Bilal Tırnakçı